Açıklama
Yaşamın Gizemi Su ve Tuz Yücel Aydemir Yaşamın Gizemi Yayıncılık 258 Sayfa kuşe kağıt
2. Baskıya önsöz Değerli okurlar, kitabımızı ilk defa 2008 Kasım ayında İstanbul Kitap Fuarın’da gün ışığına çıkarabildik. Kasım ayından bu yana gecen beş aylık bir zaman içerisinde birinci baskı tükendi. Bu bize okurlarımızın sağlıkları ile ilgili yeni perspektife gösterdikleri hassasiyet ve önemi göstermektedir. Şu ana kadar, ne okurlarımızdan ne de sağlık alanındaki guruplardan olumsuz bir eleştiri geldi. Okurlarımızdan gelen olumlu yanıtlar, hele ki Himalaya kristal tuzunu da kullananların şaşkına düşmüş övgüleri, bizlere güç vermektedir. Kimi dostlarımız çocuklar hakkında bir şey yazmadığımı söyledi. Oysa çocuklar için gerekli olanı yazdığımı düşünüyordum. Belki de alışıla gelmişin ötesinde bir biçimle yazdığım için dikkatleri çekmedi. Çocukların vücudu yetişkinlerden hem daha hassas hem de kendini yenileme ve problem çözme konusunda, yetişkinlerden daha yeteneklidir. Bu yüzden ben çocukların su ve tuzu nasıl almaları konusunda yetişkinlerle bir ayrıma gitmedim. Onların vücudunun da, bizler gibi suya ve tuza ihtiyaçları var. Özellikle gelişme çağında yeterince su ve tuz almayan çocukların gelişimleri olumsuz etkilenmektedir. Refah toplumlarında hemen her iki çocuktan biri aşırı kiloya sahiptir. Sebep ise ytweince su içmemeleridir. Dolayısıyla su yerine tatlandırılmış başka içecekler içmeleridir. En büyük yanılgı ise, sanki çocuklarımıza bir güzellik yapıyormuşuz gibi, bu içeceklerin daha fazla tüketmelerine yardımcı olmamızdir. Şunu bilmemiz gerek ki; canlılarda suyun yerini hiç bir şey, ama hiçbir şey geçmez. Hiç kimse çiçeklerini cola ya da kahve ile sulamaz. Bunlar pahalı oldukları için değil, yaşayan çiçeğe düşman oldukları için kullanılmaz. Her nedense su dışındaki bu endüstri içeceklerinin çiçeğe zarar verebileceğini biliriz de, çiçek gibi evlatlarımıza ne zararlar verebileceğini hiç düşünmeyiz! Vücudumuzun bir bilgeliği vardır. Bu bilgelik vücudumuzun ihtiyaçlarıdır. Diğer Bütün canlılar da vücutlarının ihtiyaçlarını bilir ve onun isteklerini anlarlar. O yüzden su içmeyen canlı yoktur. İnsanda ise bu tam ters hale gelmiştir. Artık İnsan, ne kendi vücudunun isteklerini, ne de bu isteklere nasıl yanıt verebileceğini bilmektedir. Örneğin migren vücudun su ihtiyacının bir sinyalidir, vücut su istemektedir. Oysa toplumsal bilgilere göre, günde 2,5 litre sıvı içen, yeterince su içmiş sayılır. Bilim kurumlarından toplum bu bilgi ile yönlendirilmiştir. İkincisi ise migrene bir hastalık denmiştir. Bu yüzden hiç kimse artık migrenin bir su kıtlığından olduğunu akıl edemez. İşte bu ve benzer yanılgılar, vücudumuzun istekleri ile, bizim onu (yanlış) algılamamız arasındaki uçurumun, her geçen gün büyümesine sebep olmaktadır. Sadece aşırı kilolar ya da dengesiz gelişmeler değil, aynı zamanda kanserin ve astımın da çocuklarda akıllara durgunluk veren boyutlarda artmasının tek sebebi, su içmemeleridir. Astımı olan bir çocuğu ya da genci tedavi ettirmeden önce onun yeterince su içmesini sağlayın, doğru ve yeterli doğal tuz yedirin, en ideali tuzlu su kürü yaptırın, çok geçmeden iki hafta gibi kısa bir zaman dilimi içinde iyileşmesine tanık olacaksınız. Korkmayın su içmekle kimse yanlış yapmaz. Bugün çocuklarda yoğunlaşma bozuklukları sanki bir moda haline gelmiş gibi. Sadece bizde değil bütün dünyada bu böyle. Beynin bir şeye yoğunlaşabilmesi için, önce gerekli olan enerjiyi bulması gerekir. Çocuklarımız, gençlerimiz vücutlarını beynin gücüyle peşlerinde sürüklemektedirler. Vücutlarının bir gücü yoktur ki yoğunlaşabilsinler. Bu yüzden çocuklarımızın okullarında, üniversitelerinde başarılı olmasını istiyorsak onlara su içmesini öğretmemiz gerekir. Gençler için söyleyebilecek en güzel sözümüz şudur: „Su için aşka düşün“. Bu sadece bir parola değil aynı zamanda bilimsel bir gerçekliktir. Çünkü aşk yaşama enerjisi ister, sevgi, güç ister. Sizin şimdi vücudunuzu bile taşıyabilecek bir gücünüz yoksa, aşka düşmeye, başkalarını sevmeye hiç de gücünüz olmayacaktır. İşte bu yüzden su için aşka düşün, kansere değil. Bize yapılan ikinci anımsatma ise, TIP’ bı neden bu kadar eleştirdiğimizdir. Değerli okurlar, bizim birilerini karalamak ya da kötülemek gibi bir niyetimiz yoktur. Hele ki sistem içerisinde, bu sistemin çıkmazından en çok zarar gören ve bu çıkmazdan kurtulmaya çalışan insanları karalamak gibi bir düşüncemiz kesinlikle olamaz. Ancak bildiğimiz bir doğru var. O da şu: Dil bilgeliktir. Biz ancak dilin bilgeliğinden, dilin o güzel seçiciliğinden yararlanarak olayları ve nesneleri birbirinden ayırt edebilmekteyiz. Biz bir nesneye taş dediğimiz zaman, aynı zamanda da şunu biliriz ki taşı attığımız zaman baş da yarar. Eğer biz birine taşı atarsak, baş yarmamasını da ümit edemeyiz. Dil bir bilgelik olduğu gibi, aynı zamanda, tarafsız da değildir. Her ne kadar kimileri bilimin tarafsız olduğunu idda etsede, dili bir araç olarak kullannan hiçbir bilim tarafsız olamaz. Bu dilin doğası gereğidir. Eğer „bu bardak kırık” dediğiniz zaman, artık o bardakla su içemezsiniz. Ne kadar da iyi niyetli olursanız olun, bu söz sizi yeni bir davranış biçimine zorlar. Çünkü „bu bardak kırık“ sözünün mantıksal uzantısı, „bu bardakla su içilmez“dir. Hem bardak kırık deyip, hem de bardakla su içmeye çalışırsanız, bir yerlerde bir yanlışlık yapıyorsunuz demektir. Eğer kırık bir bardaktan su içiyorsanız bunun iki sebebi vardır, ya bardağın kırık olduğunu bilmiyorsunuz, ya da başka bir alternatifiniz yoktur. Eğer siz bardağın kırık olduğunu biliyorsanız ve birinin o bardaktan su içmesini engellemek istiyorsanız üç olanağınız vardır. 1. Ya bardağın kırık olduğunu söylemek zorundasınız, kişi ona göre kendi davranış biçimini kendi seçer. 2. Ya bardağı onarmak zorundasınız 3. Ya da insanların o bardaktan su içmesini yasaklamak zorundasınız. Bizim geleneksel TIP karşısındaki durumumuz da, bundan farksız değildir. Birincisi, insanların kendilerine sunulan sağlık hizmetlerini kullanmalarını yasaklamaya ne gücümüz yeter, ne de gücü yetenlerin böyle bir şeyi yapmaya hakkı vardır. İkincisi bu kırık bardağı tamir etmeye bizim gücümüz yetmez. Dolayısıyla bize tek yol düşüyor. O da bardağın kırık olduğunu ispatlamak. O zaman kişilerin bu kırık bardağı görüp anladıkları zaman, nasıl davranacaklarına da en demokratik biçimde kendileri karar verir. Bardağın kırık olduğunu ispatlandığı zaman, tabii ki birilerinin yaşamsal çıkarı korunurken, bazılarının da ekonomik çıkarlarına ters düşebiliriz. İşte bu yüzden diyoruz ki, dil bir bilgeliktir ama tarafsız değildir. Bizim amacımız burada kimsenin bardağını kötülemek değil, sadece toplumların sağlığının bozulmasının adını koymaktır. Biz hastalıklardan değil vücuttaki su kurumasından ve tuz kıtlığından bahsettik. Dedik ki aslında hastalık yoktur, sadece vücutta su kuruması ve tuz kıtlığı vardır. Buna bağlı olarak bunun vücut tarafından bize bildirilmesi vardır. Bu tamamen yeni bir düşünce biçimidir. Bize kronik olarak belletilen hastalıkların bugünkü bilim tarafından ne sebebi bilinir, ne de çözümü vardır. Aslında vücudumuzun ölümün alternatifi olarak bulduğu çözümlerdir bunlar. Gelişmiş canlılar, yaşam için gerekli maddeleri bulamayınca, ömrünü uzatmak için TIP’ bın hastalık diye niteledikleri çözümleri bulmuştur. Örneğin Romatizma ağrıları, uzun süre su kıtlığı içerisinde yaşayan vücudun, dışarı atamadığı Ürik asiti, kemiklerin üzerine yaymasından oluşmaktadır. Vücudun asitlenmeden kurtulmak için bulduğu zekice bir çözümdür. Eğer vücut böyle bir çözümü becerememiş olsaydı, ölüm daha erken gelecekti. Bu örnekleri hemen bütün hastalıklar için çoğaltabiliriz. Bu, hayvanların soğuk arttıkça tüylerini çoğaltmasına benzer. Soğuktan korunmak için hayvanların tüylerini çoğaltmasını, hormon bozukluğu olarak adlandırırsak, bu hayvanları hastahaneye yatırıp tüylerini yolmamız gerekir. Şimdi siz gelişmiş canlıların kıtlık dönemleri için geliştirdiği bu çözümlere bir hastalıkmış gibi bakarsanız, bir yeteneksizlikmiş gibi görür de bu yeteneğini baskı altına alırsanız, tabii ki başarılı olamazsınız. Birde bunu bir bilimmiş gibi göstermek, bence bilim adına yapılmış en büüyük yanlıştır. Hukuksal açıdan nitelemek gerekirse bu bir suçtur. İşte bu yüzden bütün dünyadaki hastalık üzerine kurulu sağlık sistemleri yanlış yoldadır. Bunu söylemeden, adını koymadan da doğru bir yolu, bilge bir yolu seçmemizin olanağı yoktur. Bunu kavrayıp da dile döktüğünüz zaman ister istemez taraftar olursunuz. Biz sağlık sistemlerinin çıkmazını söylerken, bu konuda yalnız değiliz! Bizim en büyük ispatımız sistemin kendisidir. Dünyada ve de ülkemizde büyüyen özel sağlık sektörünün kendisidir. Eğer sağlık sistemleri sağlığımıza çözüm üretmiş olsaydı, bunun en mantıklı sonucu, sağlık sistemlerinin fiziksel ve ekonomik olarak küçülmeleri gerekirdi. Oysa biz görüyoruz ki, her yerde mantar gibi yeni hastaneler, yeni diyaliz merkezleri, çoğalmaktadır. Bu sonuç sağlık sistemlerinin çözümden çok çözümsüzlük ürettiğinin en büyük ispatıdır. Biz en basit en kolay ve en anlaşılır alternatif çözümün su ve doğal tuz olduğunu söylerken de yalnız değiliz. Biz suyun ve tuzun insan yaşamı ve sağlığı için önemini doktor olarak değil, hasta olarak fark ettik. Sonra eşimize dostumuza ulaştırdık bu bilgileri. Buradan aldığımız inanılmaz sonuçlar bizi yüreklendirdiği içindir ki, bu kitabı sizlerle paylaşmak istedik. Kitabımızı okuyan ve tuzlu su kürü yapan insanlardan bize dönen olumlu yanıtlar bizleri şaşkına çevirmektedir. Tansiyonunu üç günde aşağı çeken, yürüyemez halde iken tekrar ayaklanan, astımına, migrenine, şekerine, romatizma ağrılarına çözüm bulan insanların sayısı, gittikçe çoğalmaktadır. Hatta bunların çoğu, içine düştükleri şaşkınlıkları gizleyemeyerek bizim geleceğimizden endişe etmektedirler. Bize söyledikleri şudur. „Yücel Bey kendinize dikkat edin, kendinizi koruyun size ihtiyacımız var“. Okurlarım kaygılarında haksız değiller. Ancak biz bu dünyaya yaşamaya geldik, saklanmaya değil. Sadece ülkemizde değil bütün dünyada, bugünkü ekonomik krizin en büyük sebeplerinden biri de sağlık sistemlerinin, -tıkanması ve çözüm üretememeleridir. Bu tıkanma, bu çözümsüzlük, sağlık sistemlerinin kendi açısından değil, toplumsal açıdandır. Sistem kendi içinde oldukça mükemmel ve her geçen gün çoğalarak büyümektedir. Ancak bu büyüme bizim için değil sistemin ekonomik ihtiyacı içindir. Gerçekte ise bu hem toplumsal açıdan, hem ulusal ekonomi ve hem de dünya ekonomisi açısından bir çıkmazdır. Neden? Birincisi sağlık sistemleri hasta topluma sağlık üretemedikleri için, toplumda korkunç bir iş gücü kaybı olmaktadır. Bu iş gücü sadece üretimde değil, eğitimden ibadete kadar bütün alanları kapsamaktadır. Küçük bir örnek: Bugün Türkiye’de yaklaşık yirmi milyon insanın yüksek tansiyonu olduğu söylenmektedir. Bu insanların büyük bir çoğunluğu, okullardan, camilerden, fabrikalara kadar, toplumun en üretken alanlarında çalışmaktadır. Böyle bir sağlık sorunu ile cebelleşen insanların yüzde yüz verimli olabilmeleri mümkün değildir. Ekonomi bu korkunç iş kaybını, hem de ekonomik değerini ödediği halde kaybetmektedir. Ekonomik değeri ödenen bu iş gücünden alınması gereken emek üretkenliğine ulaşılamaz. Çünkü insan her şeyden önce kendi can derdindedir. Bu aslında ekonomide görünmeyen bir savaş gibidir. Bir ağaçta kurt ne ise, bir toplumda kitlelerin sağlığının bozulması da, ekonomi için aynıdır. Ağacın kurdu ağacı yavaş ve sessizce çökertir. İkinci sorun, toplumun bu çözümsüzlüğe transfer ettiği ekonomik değerdir. İlkel kabileler hariç, hemen her toplumda sağlık sektörüne aktarılan paralar, müthiş bir şekilde çoğalmaktadır. Diğer sektörlerde kullanılabilecek ekonomik değerler, çözümsüz olan sağlık sektörüne akar. Bu durum ekonominin büyümesine de engeldir. Örneğin Amerika’da sadece kanser ilaçları için ödenen paraların, sağlık bütçesinin %20’sini oluşturduğu söylenmektedir. Ve bu ilaçların iyileştirdiğini değil öldürdüğünü de bilirsieniz olayın boyutu daha iyi anlaşılır. Üçüncü sorun ise, sağlık sistemine aktarılan ekonomik değerlerin büyük bir kısmı ekonomiye geri dönmez. Değerli okurlar, hazırlanmakta olan ikinci kitabımızı tamamen kanser üzerine ayırdık. Bu kitapta bütün kanser teorilerini, kanser üzerine yapılmış yeni tespitleri, kanser teşhis metotlarını, şu anda en çok uygulanan kanser tedavilerini ve risklerini araştıracağız. Ama en çok da şunu işleyeceğiz: kanser bir hastalık değildir, kanserden ölmek zorunda değiliz, yeterki hergün ama hergün yeterli su içelim. Burada sadece ön bir bilgi olsun diye iki tespitimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Birincisi; Her organın kanseri var ama Kalbin kanseri yok. TIP’ ba göre teorik olarak var ama pratikte hiç görülmemiş. En azından kayıtlara geçen bir Kalp kanseri yok, neden? İkincisi beyin kanseri. Bugünkü kanser tedavilerinin dayandığı bir teori var. O teoriye göre kanserojen bir madde herhangi bir hücrenin genetiğini bozar ve o hücre çoğalarak tümör oluşturur, o tümör de insanı öldürür. Oysa Beyin – Kan – Bariyeri diye bilinen bir bariyer var. Bu bariyer beyne girip çıkan maddeleri kontrol etmektedir. Oksijen, su ve tuz iyonlarından başka hiç bir maddenin beyine girmesine izin verilmemektedir. Peki o zaman beyin tümörlerinin oluşmasına sebep olan kanserojen madde beyine ulaşamadığına göre, beyin tümörlerine sebep olan nedir? 23.Mart 2009 Gaildorf Yücel Aydemir 5. Baskıya ön söz Kitabımızın ilk baskısından buyana yaklaşık üç yil gibi bir zaman geçti. Bu üç yıl içerisinde ülkemizde tuzun önemini duymayan kalmadı. Bu başarıyı en çok da tuzun ticaretine sıvanan tüccarlara borçluyuz. Bu bir devrim gibiydi. Birden her köşede bir himalaya tuzu sevdası aldı başını gitti. Bir devrimin en büyük düşmanı gene devrimin kendisidir. Eğer devrim kendini kitlelere anlatamazsa, kitleler onu kavrıyamazsa, devrim kendi yarattığı hızın altında ezilir gider. Kaybeden ise gene kitleler olur. Bugün hemen herkes tuzun önemini duydu ama, nedenini kavrayan pek az insan oldu. Birçok insan televizyonun etkisi ile, „bir de bunu deneyelim“ diyerek birçok insan alıp denedi. Ancak sadece su ve tuzun önemini kavrayabilenler denemekle kalmadı, yaşamına geçirdi. Ne yazık ki bunlar toplumda parmakla sayılabilecek kadardı. Kimlerdi peki bu insanlar? Sadece kitabımızı okuyanlar ve konferansımıza katılanlardı. Kitleler ise televizyonun yarattığı şok dalgası bitince, küsmüş bir şekilde geri durdular. Bu geri duruşu da gene tücara ve onun getirdiği tüccar zihniyetine borçluyuz. Sanki pusuda bu anı bekliyorlarmış gibi, himalaya tuzu adı altında, her tarafı yalan yanlış tuzlarla doldurdular. Kimileri göl tuzunu boyayarak himalaya tuzu diye pazarlamaya başladı, kimileri kaya tuzunu himalaya tuzu diye satmaya çalıştı, kimileri de himalaya tuzunun en kalitesizini raflara doldurdu. Tüccarın bu ucuz ve banal zihniyeti kitlelerde doğal olarak bir güvensizlik yarattı. Aslında bunları tartışacak yer değil burası. Ancak şunu biliyoruz ki, bir perspektifi boğmanın en kolay yolu, sahtesini icat edip kitlelerin gözünde değerini düşürmektir. İşte tüccar kar etme sevdasına düşerken, dünyanın çehresini değiştirecek bu perspektife nasıl zarar vereceği umrunda değildir. Oysa misyonerlerin kaderi ise, herşeye rağmen mücadeleye devam etmektir. Meydanı yanlız başına tüccara bırakmıyacağız. Tüccar sadece kar ettiği sürece vardır. Biz ise dünyanın çehresini değiştirecek bu perspektifi herkese anlatmaya, ve dünyanın en güzel tuzunu sunmaya devam edecağız. Artık şunu kavradık; dünyada iyileştirme gücü olan dört nesne var; su, tuz, güneş ve oksijen. Hastalık bu maddelerin eksikliğinde ortaya çıkan belirtilerden başka biryeş değildir. En büyük iyileştiren güç ise bu maddeleri hep birlikte ve en doğru biçimiyle almaktan geçer. Bunun dışındaki bütün ama bütün tedavi biçimlerinin iyileştirme güçü ise, gene bu tedavilerin bu dört madde ile olan ilişkileriyle doğru orantılıdır. Su tuz oksijen ve gün ışığının iyileştirme gücünün sırrı ise canlının yapı taşı oluşunda yatar. Evet yanlış duymadınız. Su, tuz oksijen ve gün ışığının dışında iyileştiren hiçbir madde yoktur. Bunu anlamak için kimseye sormanız gerekmiyor, sadece azcık düşünün, kendiniz bulacaksınız. Örneğin dünyada şimdiye kadar en basit yüksek tansiyonunu su ve tuzun dışında iyileştiren bir insan duydunuzmu, gördünüzmü. Ya da migrenini, ya da romatizmasını, ya da listeyi bütün kronik hastalıkları diye uzatabilirsiniz. Sadece ülkemizde değil dünyada bir kişi bulamazsınız. Bize sadece kanserin çözümü yokmuş gibi geliyor. Oysa bugünkü bilim hiçbir hastalığa çözüm bulamamıştır. Buna inanmıyorsanız cebinizdeki ilaçlara bakın. Hiç tansıyonu iyileşen bir insan gördünüzmü? Oysa su ve tuzu alan bütün herkes, kulaktan kulağa fısıldar nasıl iyileştiğini. İşte bunun sırrını ikinci kitabımızda açıklıyoruz. İşte biz bunu bildiğimizden mücadelemize usanmadan devam edecağız. Herkesin duyması değildir hedefimiz, herkesin anlamasıdır. Herkese su ve tuzun önemini anlatacağız. Yaratan bizleri her nedense sadece sudan ve tuzdan yaratmış. Ne güzel yaratmış. 6. Eylül 2011 Gaildorf Yücel Aydemir
Değerlendirmeler
Henüz değerlendirme yapılmadı.